Ömer Tuğrul İnançer
1946′da Bursa’da doğdu. Orta tahsilini Bursa’da tamamlayıp İstanbul HukukFakültesini bitirdi. Yirmi yıl kadar muhtelif şirketlerde müşavir-avukatlık yaptıktan sonra 1991 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığıİstanbul Tarihi Türk Müziği TopluluğundaSanatçı-Müdür olarak çalışmaya başladı.
Tahsili sırasında özel olarak müzik dersleri aldı. Çeşitli radyo ve televizyonprogramlarında misafir sanatçı ve konuşmacıolarak yer almış olup, bir çok yurtiçi ve yurtdışı konserlerde müzik faaliyetlerinde bulundu. Tasavvufkonularında çeşitli makaleleri yayımlanan Ömer Tuğrul İNANÇER evli ve iki çocuk babasıdır.
Kitapları:
Ö. Tuğrul İnançer il Gönül Sohbetleri ** Sufi Kitap**
Gönül Gözü) / Ö.Tuğrul İnançer & Kenan Gürsoy **Sufi Kitap**
Ö.Tuğrul İnançer Sohbetler **Keşkül yayın**
Vakte Karşı Sözler ** Keşkül yayın**
Şarkılar Seni Söyler / Ö.Tuğrul İnançer & Ahmet Özhan **Sufi Kitap**
Ömer Tuğrul İnançer,
Ömer Tuğrul İnançer,
Ömer Tuğrul İnançer,
Ömer Tuğrul İnançer,
Ömer Tuğrul İnançer,
Ömer Tuğrul İnançer
Allah’a giden yollar, mahlûkatın aldığı nefes sayısıncadır” (et-turuk ilallâhi bi-adedi enfâsi’l halâik) denmiş…
“Ama kendisi de bir mahlûk olan akıl, bu çokluktaki yolları birbirine karıştırır ve yolun sonundaki hedefi değil, yolu bile bulamaz…” diye kendilerine yalnızca akıllarını değil, ama aynı zamanda gönüllerini de rehber edinenler, o yolu bulmanın yolunu göstermişler. Onlara “Pîr” denmiş, yani yol-başı. O yolda yürümeye de “seyr-i sülûk”… Hakk’a ulaşmanın yalnızca yükümlülüklerin yerine getirilmesi ile mümkün olamayacağını, mutlaka ve mutlaka muhabbet-sevgi-aşk olgusunun da devreye girmesi gerektiğini anlatmışlar. Bu anlatımı da yalnızca dilleri ve kalemleri ile değil, halleri ile yapmışlar. İşte buna tasavvuf denmiş.
İstanbul. “el-Beldetü’t-Tayyibe”. Kutlu şehir. Müjdeli şehir. Tarihin en büyük askerî başarılarından olan fetihten sonra, bir başka sivil başarı ortaya kondu bu müjdeli şehirde. Yüksek askerî başarılarla zapt ve feth edilen ülkelerde; sanat, kültür ve bilim temelleri atılmamış ve yerleştirilmemişse, o zaptedilen yerlerin elde tutulmasının mümkün olamayacağı gerçeğinden hareket eden, İstanbul’un yeni ve ebedî sahipleri; Anadolu’dan, Rumeli’den ve hatta Hıristiyan Avrupa’dan uzak Asya’ya kadar dünyanın her yerinden bilim ve sanat adamlarının yanı sıra pek çok ârif kişilerin İstanbul’a gelmelerini sağladı.
Ömer Tuğrul İnançer,
Ömer Tuğrul İnançer ,
Ömer Tuğrul İnançer
Konstantinopolis’i İstanbul yapan Türk’ün yüce irade ve gayreti şimdi bir başka hedefe yönelmişti: İstanbul’u Türk dünyasının ve İslâm âleminin fikir, ilim, sanat ve özellikle gönül merkezi yapmak…
Kendisi “Sultân-ı İklîm-i Rûm” iken; Akşemseddin, Şeyh Vefâ, Cemâleddîn-i Halvetî gibi gönül ve mâna sultanlarının huzurunda huzur bulan Sultan II. Mehmed Hân ve emrindekiler, İstanbul’u kiliselerinden surlarına, ayazmalarından saraylarına, derelerinden yol ve binalarına kadar Türk ve İslâm rûhu ile nakış işler gibi işliyorlardı. Ayasofya’nın minaresi İstanbul’un arzından semasına yükselen şehadet parmaklarının ilki olmuştur. Valens (Bozdoğan) su kemerinin yanı başındaki (bugün İmrahor Camii olan) kilise de İstanbul’un en kıdemli Mevlevîhânesi… Bugünün Koca Mustafa Paşa’sındaki Kızlar Manastırı ise en kıdemli Halvetî Dergâhı (Yani Sünbül Efendi Tekkesi). Rumeli Hisarı’nın tepelerindeki Nâfî Baba Bektâşî Dergâhı’ndan, Üsküdar Paşalimanı’ndaki Ahî Tekkesi’ne kadar sur dışı ve Fatih’teki Emir Buhârî Nakşibendî Tekkesi’nden, Topkapıdaki Bayrâmî Tekkesi’ne kadar sur içi İstanbul’u tasavvuf olgusunun lokalleri ve elbette gönül imaretleri olan dergâh-tekke-zaviyelerle mânalandırılıyordu. Bu gönül imâretlerinde, bildiğimiz imârethânelerdeki gibi bir doyma-doyurma işlemi vardı. İmârethânelerde bedenlerin doyurulmasına karşı, buralarda gönüller doyuruluyordu ve imâr ediliyordu.
Medeniyetin en kalıcı ürünlerinin mimarî eserler olduğunu biliyoruz. Meselâ eski Mısır’ın, antik Yunan ve Roma’nın müziği bugüne gelememiş. Ama, Piramitler, eski Yunan ve Roma’nın tapınakları, anıtları duruyor. Ömr kelimesinden türemiş olan îmar, mîmar, mâmur, tâmir kelimelerinin içerdiği iç anlam, imâret kelimesinde de var. İşte İstanbul’un ilk gönül imâretleri olan dergâhlarda, gönülleri gönül mimarları tarafından tamir edilip mâmur hale getirilen kişiler gibi sonradan gelen nesillerin de gönülleri mâmur olsun diye düşünenler, Feth-i Mübîn câzibesi ile İstanbul’a gelenlerden sonra da artık İstanbul’un kendi câzibesi ile aynı faaliyete devam ettiler.
Ömer Tuğrul İnançer,
Ömer Tuğrul İnançer,
Ömer Tuğrul İnançer
Sur içi İstanbul’unun yanı sıra Galata’da Mevlevîhâne, Topkapı dışında Merkez Mûsâ Muslihuddin Hz. ile Sünbülî Halvetî Dergâhı, Kasımpaşa’da Hz. Hüsameddin-i Uşşâkî Âsitânesi ve devam ederek Üsküdar’da Hz. Muhammed Nasûhî, Azîz Mahmûd Hüdâî, Hz. Ahmed-i Raûfî Âsitâneleri ve daha sayılamayacak kadar gönül imârethâneleri imârı ve tâ 1800′lerin sonlarında Beşiktaş, Alibeyköy ve Unkapanı’ndaki Şâzelî dergâhları ve Hırka-i Şerif’teki Altay Tekkesi diye tanınan Kenan Rifâî Hazretlerinin yaptırdığı Rifâî Tekkesi… Tam 362 tane… Dünyanın hiçbir şehrinde bu kadar çok dergâh yok. İslâm medeniyetinin her alanda en zirve ürünlerinin oluşturulduğu İstanbul, tasavvuf medeniyetinde de zirve. Yavuz Sultan Selim Han’dan sonra aynı zamanda Makarr-ı Hilâfet (Müslümanların halifelik merkezi) olan İstanbul’da bu kadar çok dergâh olması bu sebebe de bağlanamaz. Emevî hilâfetinin merkezi Şam’da da, Abbâsî Hilâfetinin merkezi Bağdat ve Moğol istilâsından sonra Kâhire’de de bu kadar çok sayıda dergâh yok. Niye İstanbul’da bu kadar çok?
İstanbul’u elde tutmanın, fethetmekten daha zor ve daha önemli olduğunu çok iyi idrak eden Fatih Sultan Mehmed Han, sosyal ve ekonomik düzen ile birlikte âdil ve kuvvetli bir devlet idaresinin dahî elde tutmaya yeterli olmadığını ve mutlaka başka tedbirler almanın gerekli olduğunu görmüştü. Bu “başka tedbir”lerin ne olacağı hakkında her zaman yaptığı gibi, Akşemseddin Hazretleri’ne danıştı ve şu cevabı aldı:
“Hünkârım, İstanbul’a dâvet buyurduğunuz mâna sultanları arasında şimdi eski Kızlar Manastırı’nda ikâmet eden Cemâledîn-i Halvetî Hazretleri var. Ferman buyurulursa hem ziyaretine gidelim, hem de bu tedbirleri O’na soralım.”
Ve Cemâleddin-i Halvetî Hazretleri buyurdular:
“Allah katında, dünya hâkimiyeti adâlete bağlıdır. Peygamberimiz Efendimiz bile, İran kisrâsı “Âdil” lâkaplı Nûşirevân’ın ateşperest olmasına rağmen “Âdil bir hükümdar zamanında doğduğum için memnunum” buyurduğunu bilirsiniz. Hiç ayrım yapmadan insanlara merhamet ve adâletle, bütün yaratılmışlara da şefkatle muamele eylerseniz şüphesiz nebîler ve salihlerle haşrolunursunuz. Çünkü Resûlullah böyle buyurdular. Ve buna ilave olarak, Müslümanların ağzından her gün bu İstanbul semâlarına, Efendimiz Hazretleri’nin Hadîs-i Şerîflerine uyarak 70.000 Kelime-i Tevhîd, Lâ ilâhe illallah kelime-i tayyibesi yükselirse, bu İstanbul’un fethini sultanımıza müyesser kılan yüce Rabbimin inâyetinden umarım ve dilerim ki bu müjdeli-kutlu beldeyi kıyâmete kadar elimizde tutarız.”
Ve giderek 362 taneyi bulan İstanbul dergâhlarındaki haftanın belli gün ve gecelerinde yapılan âyin-i evliyâullah denen zikir merâsimlerinde her gün elliye yakın dergâhta 70 binlerce kelime-i tevhîd İstanbul semâlarına ve tabiidir ki Allah katına yükseldi (tasavvuf erbâbı dervişlerin kendi kişisel günlük kelime-i tevhîd tesbihâtı hariç) ve Cemâleddin Halvetî Hazretleri’nin dileği gerçekleşti. 1453′den 1925′e kadar tam 472 sene…
Türkiye’nin Madrid Büyükelçisi iken, Yahya Kemal Bey’e bir sohbet sırasında İstanbul’un nüfusunu sormuşlar. Üstad oldukça uzun bir müddet düşündükten sonra: “30 milyon civarındadır” diye cevap vermiş. “Aman efendim, bu mümkün değil, herhalde yanlışlıkla söylediniz” denilince de şöyle demiş: “Biz ölülerimizle birlikte yaşarız”.
İşte İstanbul’da Beykoz’dan Eyüp Sultan’a, Alibeyköy’den Üsküdar’a, Yeniköy’den Yedikule’ye kadar her semte yayılmış tekkelerin pek çoğunda bulunan hazîrelerin varlığı, bugün bir çok insanı psikolog ve psikiyatrise mecbur eden ölüm korkusunu yok eden bir olgu… Zaten tasavvuf, kişinin yalnızca dünya hayatını değil ebedî hayatını da tanzîmine yönelik değil midir?
Tasavvufun en önemi maddî görüntüsü olan tekke binasının bu kadar çok sayıda olması, bu binalardaki mürşid ve tabii ki mürîd sayısının da İstanbul’da, dünyadaki her şehirden daha çok olduğunun bir göstergesi. Ve İslâm tasavvufu, yalnızca bir inanç sistemi değil, fakat bir yaşam tarzı olduğu için tasavvuf, hayatın tâ içinde. Ve İstanbul’da da en çok sayıda. Bütün yaşam tarzlarını oluşturan en önemli olgu, kültür. Dünyanın en büyük tasavvuf erbâbı nüfusuna sahib İstanbul, tabiidir ki tasavvuf kültürünün en yoğun yaşandığı şehir. Topluma kalıcı ilim ve sanat eserleri kazandıran kişilerin ya bizzat tasavvuf erbâbı olduğu veya bir tasavvuf erbâbından terbiye gördüğü inkâr olunamaz bir gerçektir. Bu da tasavvuf kültürünün yalnızca tasavvuf erbâbıyla sınırlı olmayıp, bütün topluma etki eden bir kültür olduğunu gösterir.
2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul, 1453′den beri zaten öyledir. Yalnızca tasavvuf kültürü açısından 2010 yılına bakalım. Mimarîden başladığımızda 1925′ten bu yana bir çok eser ortadan kalkmış olsa bile, 2010′da halâ, dünyanın en çok dergâh binasına sahip şehri İstanbul.